İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu; haftalık raporları, araştırmaları ve haberleri derlerken, özellikle fosil yakıtlarının savaşların, çatışmaların, eşitsizliklerin ve iklim krizinin başlıca sebebi olduğunun altını çiziyor.
Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri
Bir İklim Kuşağı Konuşuyor programına daha hoşgeldiniz, ben Atlas Sarrafoğlu. Size bir iklim aktivistinin gözünden haftalık raporları, araştırmaları ve haberleri kendi yorumlarımla da her Cuma programımda ulaştırmaya çalışıyorum ve bu hafta da gündemimiz yine yoğun. İlk haberim ile başlayalım o zaman….
Kasım ayında Brezilya’da yapılacak COP30 öncesinde, ülkeler arasında emisyon azaltım hedeflerinin nasıl ele alınacağı konusunda ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletler’in hazırladığı ve “Sentez Raporu” olarak bilinen değerlendirme, dünyanın Paris Anlaşması hedefleriyle uyumlu bir yol izlemediğini ortaya koyacak. Zengin ülkeler, en az gelişmiş ülkeler, ada devletleri ve AB, bu raporun COP30 gündemine alınmasını ve yeni bir yol haritası çizilmesini istiyor. Buna karşılık Çin, Hindistan ve Suudi Arabistan başta olmak üzere yükselen ekonomiler, raporun gündemde yer almaması gerektiğini savunuyor. Onlara göre bu tür değerlendirmeler yalnızca Küresel Durum Değerlendirmesi (Global Stocktake) sürecinde yapılmalı.
Şu ana kadar ülkelerin yalnızca altıda biri, 2035’e kadar emisyon azaltım hedeflerini içeren güncellenmiş katkı beyanlarını sundu. Büyük ekonomilerden AB, Çin ve Hindistan’ın beyanları hâlâ eksik. Mevcut verilere göre, sunulan hedefler tam uygulanırsa bile 2030’a kadar emisyonlar yalnızca %5,9 azalacak. Oysa IPCC’ye göre 1,5 derece hedefi için bu on yılın sonuna kadar %43’lük azalma gerekiyor.
Türkiye’de geçtiğimiz hafta toplanan İklim Değişikliği ve Uyum Koordinasyon Kurulu’nda konuşan Bakan Murat Kurum, iklim krizinin ülke ve dünya için en büyük tehditlerden biri olduğunu vurguladı. Son 50 yılda yaban hayatı popülasyonunun %73 azaldığını, su kaynaklarının hızla tükendiğini ve Türkiye’nin de sıcak hava dalgaları ile orman yangınlarından ağır şekilde etkilendiğini söyledi.
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onayladığını, 2053 net sıfır hedefi belirlediğini ve emisyon azaltım hedefini %21’den %41’e çıkardığını hatırlattı. Ayrıca yeşil sanayi bölgeleri, iklim dostu konutlar, Ulusal Yeşil Taksonomi, Emisyon Ticaret Sistemi ve iklim kanunu gibi adımları paylaştı. En önemli gündemin ise İkinci Ulusal Katkı Beyanı olduğunu açıkladı. Bu beyanın detayları COP30’da duyurulacak.
COP30’da temel tartışma, ülkelerin iklim planlarının gündeme alınıp alınmayacağı üzerinde yoğunlaşacak. Gelişmiş ülkeler ve iklim krizinden en çok etkilenen devletler, sürecin hızlandırılmasını isterken; yükselen ekonomiler ve Arap ülkeleri, finansman ve ticaret konularına odaklanılması gerektiğini savunuyor.
Türkiye ise yeni beyanıyla birlikte, hem emisyon hedeflerini artırdığını hem de iklim mücadelesinde daha görünür bir rol üstlenmek istediğini ortaya koyuyor.
COP30 öncesinde yalnızca küresel düzeyde değil, Avrupa içinde de iklim hedefleri konusunda sert tartışmalar yaşanıyor. Avrupa Komisyonu, Temmuz ayında 1990 seviyelerine kıyasla emisyonların %90 azaltılmasını önerdi. Ancak üye ülkeler bu hedefte uzlaşamadı. 18 Eylül’de Danimarka başkanlığında yapılacak Çevre Konseyi toplantısında karar bekleniyordu; fakat devletlerin hazır olmaması nedeniyle tartışma ekim ayında, AB liderlerinin katılacağı zirveye ertelendi.
Birliğin içinde ciddi görüş ayrılıkları var. Slovakya ve Macaristan, %90’lık azaltımı sanayi için bir “ölüm fermanı” olarak tanımlarken, Slovakya Çevre Bakanı Tomas Taraba öneriyi “ideolojik” ve “gerçeklikten kopuk” diye niteledi. Fransa ise bu kadar kritik bir kararın bakanlar yerine liderler düzeyinde alınmasını talep etti. Buna karşılık çevre örgütleri ve bazı Avrupa Parlamentosu üyeleri, hedefin sulandırılmaması gerektiğini vurgulayarak daha güçlü iklim eylemi çağrısı yaptı.
Görüş ayrılıklarının bir diğer boyutu uluslararası karbon kredileri. Bazı ülkeler bu kredilerin hedefe ulaşmada kolaylık sağlayacağını savunurken, eleştirmenler bunun gerçek emisyon azaltımını erteleyeceğini, maliyetleri artıracağını ve AB’nin iklim liderliğini zayıflatacağını belirtiyor. Avrupa Parlamentosu Yeşiller/EFA üyesi Lena Schilling, karbon kredilerinin kullanılmasını “gençlere ihanet” ve “vergi mükelleflerine karşı sorumsuzluk” olarak tanımladı.
Ekim ayında yapılacak zirvede AB liderleri, 2040 hedefinin yanı sıra uygulanacak mekanizmaları da karara bağlayacak. Bu yalnızca Avrupa’nın iklim politikaları için değil, aynı zamanda COP30’da Paris Anlaşması kapsamındaki ulusal katkı planlarına yansıyacak. Dolayısıyla AB’nin alacağı karar, küresel iklim müzakerelerinde önemli bir sinyal olacak.
Bu tartışmalar sürerken Türkiye’ye yönelik beklentiler de artıyor. İklim Ağı, yakında açıklanacak 2035 hedefinin, sera gazı emisyonlarını bugünden itibaren azaltmaya başlaması gerektiğini vurguluyor. Avrupa’nın iklim krizine en kırılgan ülkelerinden biri olan Türkiye’nin seller, kuraklıklar ve yangınlarla etkileri yoğun biçimde yaşadığına dikkat çekilerek, yeni hedefin yalnızca kâğıt üzerinde kalmaması, toplumsal direnci güçlendirmesi, biyolojik çeşitliliği koruması ve adil bir dönüşümü mümkün kılması gerektiği ifade ediliyor.
Açıklamada, Türkiye’nin 1,5 derece eşiği ve 2053 net sıfır hedefiyle uyumlu bir yol haritası çizmesi gerektiği belirtiliyor. Bunun için fosil yakıtlardan çıkış için net tarihler açıklanması, yeni yatırımların durdurulması, teşviklerin kaldırılması ve yanıltıcı teknolojilere dayanmayan gerçekçi bir dönüşüm planı yapılması talep ediliyor. Ayrıca kırılgan grupları koruyacak adil geçiş mekanizmalarının kurulması, doğa koruma ve ekosistem onarımının güçlendirilmesi, agroekoloji ve onarıcı tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması, orman yangınlarıyla mücadele kapasitesinin artırılması ve halk sağlığı için sıcak hava dalgaları ile hava kirliliğine karşı hazırlık yapılması gerektiği vurgulanıyor.
Türkiye’nin 2022’de açıkladığı hedefin, emisyonların artışını sınırlamaya dayanması nedeniyle eleştirildiği hatırlatılırken, bu senaryonun 2030’a kadar emisyonların yüzde 30’dan fazla artmaya devam edeceğini gösterdiği ifade ediliyor. Bu nedenle, İklim Ağı’na göre, 2035 hedefi gerçek bir azaltımı güvence altına almalı ve Türkiye’nin iklim krizine karşı sorumluluklarını yerine getirmesini sağlamalı.
Türkiye’de iklim krizinin etkileri konuşulurken, Muğla’nın İkizköy Mahallesine bağlı Akbelen’de yaşananlar dikkat çekici bir örnek oluşturuyor. Kömür madeni faaliyetleri için istimlak edilen alandaki zeytin ağaçları kesiliyor ve bölge halkı uzun süredir bu kesimlere karşı direniyor. Mahkemelerin verdiği tedbir kararlarına rağmen şirketlerin çalışmaları devam ederken, Meclis’te yapılan düzenlemelerle zeytinliklerin korunmasına dair engeller kaldırıldı ve kesimlerin
önü açıldı.
Yakın zamanda hayatını kaybeden Akbelen direnişçilerinden Zehra Yıldırım, ömrünü zeytin ağaçlarını ve doğayı savunmaya adamış bir isimdi. Onun ölümünün hemen ardından zeytinliklerde kesimlerin hızlanması, şirketlerin ekonomik çıkarları uğruna doğayı, suyu, hayvanları ve insanların yaşam alanlarını feda ettiğini somut biçimde ortaya koyuyor. Bugün Akbelen’de yaşananlar yalnızca bir çevre davası değil; hukuk, adalet ve yaşam hakkı mücadelesi olarak öne çıkıyor. Devletin kolluk güçlerinin şirketlerin faaliyetlerine destek verdiği bir ortamda yöre halkı yıllardır zeytinliklerini, ormanlarını ve yaşam kaynaklarını savunmaya çalışıyor.
Akbelen’de süren bu direniş, özünde fosil yakıta karşı verilen bir mücadele. Açılmak istenen –ve büyük bölümü çoktan açılmış olan– alan bir kömür madeni için hazırlanıyor. Bu nedenle Akbelen, yalnızca yerel bir çevre mücadelesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin enerji politikaları, fosil yakıtlardan çıkış gerekliliği ve iklim krizine karşı gerçek bir dönüşüm ihtiyacının sembolü haline geliyor.
Şimdi de fosil yakıtlarla ilgili yeni bir araştırmanın sonuçlarına bakalım; araştırma, fosil yakıt şirketlerinin karbon emisyonları ile ölümcül sıcak hava dalgaları arasında doğrudan bağlantı kurdu. 2000-2009 yıllarında sıcak hava dalgalarının ortalama yoğunluğu 1,4 derece iken, 2020-2023 döneminde bu değer 2,2 dereceye yükseldi. Araştırmaya göre, dünyadaki en büyük 14 fosil yakıt şirketinden yalnızca birinin emisyonları bile, normal koşullarda neredeyse imkânsız olacak 50’den fazla sıcak hava dalgasına yol açabilecek seviyede.
ExxonMobil’in emisyonlarının, küresel ısınmanın olmadığı bir senaryoya kıyasla 51 sıcak hava dalgasının olasılığını 10 bin kat artırdığı tespit edildi. Benzer sonuçlar Saudi Aramco için de geçerli. Araştırmaya dahil edilen 180 “karbon devi”nin toplam emisyonlarının, sıcak hava dalgalarının şiddetindeki artışın yaklaşık yarısından sorumlu olduğu, geri kalan büyük kısmının ise orman tahribatından kaynaklandığı belirlendi.
2010-2019 yılları arasındaki 213 sıcak hava dalgasının, iklim krizinin etkisiyle ortalama 200 kat daha olası hale geldiği vurgulandı. Bugün sıcak hava dalgaları dünya çapında her yıl en az 500 bin insanın ölümüne neden oluyor.
Araştırmanın yazarları, bu sonuçların şirketlerin “sorumluluğunu işaret etmek” açısından kritik olduğunu belirtiyor. Nature’da yayımlanan çalışmanın başyazarı Dr. Yann Quilcaille, iklim değişikliğinin tüm sıcak hava dalgalarını daha olası ve daha şiddetli hale getirdiğini, bunun da giderek kötüleştiğini söylüyor. Make Polluters Pay kampanyası sözcüsü Cassidy DiPaola ise artık belirli sıcak hava dalgalarının doğrudan hangi şirketlerin emisyonlarından kaynaklandığının söylenebileceğini, bunun da insan kayıpları ve toplumsal yıkımla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade ediyor.
Fosil yakıtlar yalnızca enerji kaynağı olarak görülmemelidir; aynı zamanda savaşların, çatışmaların, eşitsizliklerin ve iklim krizinin başlıca sebeplerindendir. Petrol, gaz ve kömürün yakılması atmosferi ısıtarak kuraklıkları, selleri, aşırı hava olaylarını ve kitlesel göçleri tetikler. İklim krizi büyüdükçe kaynaklar azalır, gıda ve su güvenliği bozulur, bu da yeni gerilimlere ve şiddetli çatışmalara yol açar. Fosil yakıtların yarattığı kriz, yalnızca doğayı değil, toplumsal barışı da yok etmekte.
Tarih boyunca devletler petrol ve gaz sahalarını, boru hatlarını ve deniz yollarını ele geçirmek için savaşlar yürüttü. 1970’lerden bu yana devletlerarası savaşların dörtte biri ile yarısı doğrudan petrolle bağlantılı. Enerji kaynaklarının kontrolü, güç ve hâkimiyetin kontrolü anlamına geliyor.
Petrol ve gaz gelirleri çoğu zaman halkın refahı için kullanılmaz; savaş makinesini besler. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, 2022’den bu yana yüzlerce milyar avroluk fosil yakıt gelirleriyle ayakta durmakta. Bu paralarla binlerce füze, on binlerce insansız hava aracı alınmakta ve şehirler bombalanmakta. Bunu, fosil yakıt gelirlerinin doğrudan ölüm ve yıkıma dönüştüğü somut bir örnek olarak görebiliriz.
Ordular da dünyanın en büyük petrol tüketicileri arasındadır. Savaş uçakları, tanklar ve savaş gemileri petrolle çalışır. Askerî faaliyetler tek başına küresel sera gazı emisyonlarının en az %5,5’ini oluşturuyor. Bu oran, tüm sivil havacılık sektörünün iki katından fazla. Yani her savaş yalnızca canları değil, iklimi de yok ediyor. Fosil yakıtlar böylece hem savaşların nedeni hem de iklim krizinin motoru olarak iki yönlü bir tehdit üretiyor.
Fosil yakıt zenginliği iç savaşları da körüklüyor. Sudan ve Nijerya’nın Nijer Deltası’nda olduğu gibi, petrol gelirleri elitleri zenginleştirirken yerel halk dışlanıyor. Bu da isyanları, ayrılıkçı hareketleri ve baskı döngülerini besliyor. İklim krizinin yarattığı kuraklık, sel ve kitlesel göçler ise durumu daha da ağırlaştırıyor. Ancak bu insani krizlere çözüm aramak yerine birçok devlet bunları “güvenlik tehdidi” olarak görüp militarizmi artırıyor.
Fosil yakıt çıkarım bölgeleri de insan hakları ihlallerinin yoğunlaştığı alanlardır. Mozambik’ten Kolombiya’ya kadar topluluklar zorla yerinden edilmekte, toprak savunucuları susturulmakta, kadınlara ve kırılgan gruplara yönelik şiddet artmaktadır. Biraz önce bahsettiğim Akbelen’deki yıkımı da bu kategoriye alabiliriz.
Çatışmalar aynı zamanda büyük miktarda karbon salımı yaratır. Rusya’nın Ukrayna işgali yalnızca iki yılda 175 ülkenin yıllık toplam emisyonundan daha fazlasını açığa çıkarmıştır. Yani savaş, iklim krizini hızlandıran en büyük katalizörlerden biridir.
Tüm bu tabloyu yönlendirenler ise küresel petrol devleridir. Sadece altı büyük şirket dünya çapındaki fosil yakıt yatırımlarının üçte ikisini kontrol etmektedir. Bu şirketler büyük kârlar elde ederken, özellikle Küresel Güney’deki halklar kirlilik, zorla göç ve şiddetle yüz yüze kalmaktadır. Şirketlerin kazanç hırsı hem savaşları hem de iklim krizini aynı anda derinleştirmektedir.
Bugün aynı dinamikler Filistin’de yaşanıyor. Gazze açıklarındaki doğalgaz rezervleri uzun süredir İsrail’in hedefinde. Askerî saldırılar ve ablukaların arkasında yalnızca siyasi ve ideolojik sebepler değil, enerji kaynaklarının kontrolü de var. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırımın bir boyutu, bu gaz sahalarını ele geçirmek ve milyarlarca dolarlık kazancı güvence altına almaktır. Böylece fosil yakıt, hem doğrudan askeri şiddeti hem de iklim krizini büyüten bir güç olarak bu trajedinin merkezine yerleşmekte.
Fosil yakıtlar enerjiden çok daha fazlasıdır; savaşların finansörü, orduların yakıtı, eşitsizliklerin kaynağı ve iklim krizinin en büyük tetikleyicisidir. Ukrayna’dan Sudan’a, Filistin’e kadar aynı hikâye tekrar ediyor. Barışı anlamak ve savunmak, bu kirli enerjiye bağımlılığı bitirmekten geçiyor.
Tüm bu gerçekler, fosil yakıtların yalnızca iklim krizini değil, aynı zamanda insani felaketleri ve kitlesel şiddeti nasıl derinleştirdiğini gözler önüne seriyor. Bugün dünyada yaşanan pek çok çatışmanın ardında enerji kaynaklarının kontrolü bulunuyor ve bu durum savaşların niteliğini de anlamak için kritik bir perspektif sunuyor. İşte bu bağlamda Birleşmiş Milletler’in son raporu da Filistin’de yaşanan trajediyi farklı bir boyutuyla ortaya koyuyor.
Birleşmiş Milletler’in kurduğu bir soruşturma komisyonu, İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım işlediğini açıkladı. Raporda, 2023’te Hamas’la başlayan savaşın ardından, uluslararası hukukun tanımladığı beş soykırım eyleminden dördünün işlendiğine dair makul gerekçeler bulunduğu belirtildi. Bunlar; bir grubun üyelerinin öldürülmesi, onlara ciddi fiziksel ve ruhsal zarar verilmesi, grubun yok edilmesini amaçlayan yaşam koşullarının kasten yaratılması ve doğumların engellenmesidir.
İsrail Dışişleri Bakanlığı ise raporu tamamen reddederek “çarpıtılmış ve asılsız” olarak nitelendirdi.
İsrail ordusu, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın güney İsrail’e düzenlediği, yaklaşık bin 200 kişinin öldüğü ve 251 kişinin rehin alındığı saldırının ardından Gazze’de bir harekât başlatmıştı.
Gazze’deki Hamas yönetimindeki sağlık bakanlığının verilerine göre, o tarihten bu yana İsrail saldırılarında en az 64 bin 905 kişi hayatını kaybetti.
Biliyorsunuz Greta Thunberg’in de aralarında olduğu Küresel Sumud Filosu kapsamında 31 Ağustos’ta İspanya’dan hareket eden 22 tekne, 7 Eylül’de Tunus’un başkenti yakınlarındaki Sidi Busaid ve Gammart limanlarına ulaşmaya başlamıştı. Ancak 8 ve 9 Eylül gecelerinde Sidi Busaid Limanı’nda bulunan iki tekneye dron saldırısı düzenlendi. Bu olayların ardından filonun Tunus’tan çıkışı ertelendi ve tekneler 11 Eylül’de ülkenin kuzeyindeki Binzert Limanı’na geçti.
13 Eylül’de ise aralarında Türk aktivistlerin de bulunduğu ilk tekne, Binzert Limanı’ndan halkı selamlayarak Gazze’ye doğru yola çıktı. Aynı gün bir başka tekne daha seyre başladı.
Filoya destek, Yunanistan’dan da büyüyerek devam ediyor. March to Gaza Greece inisiyatifinden yapılan açıklamada, 14 Eylül’de Siros Adası’ndan coşkulu bir törenle “Oksigono” ve “İlektra” gemilerinin ayrıldığı, bu sıralarda da farklı limanlardan 4 teknenin daha yola çıktığı bildirildi. 18 Eylül’de yani dün Küresel Sumud Filosu 45 tekne ile Sicilya’da idi.
Gazze Şeridi’nde savaşın yol açtığı yıkım giderek derinleşiyor; iletişim hatları çökerken, insani kriz ağırlaşıyor ve uluslararası tepkiler artıyor.
Son 24 saatte kuzey bölgelerde telekomünikasyon hizmetleri büyük ölçüde kesildi. Filistin Telekomünikasyon Düzenleme Kurumu’nun duyurduğu kesinti, internet izleme kuruluşu NetBlocks tarafından da doğrulandı. NetBlocks Direktörü Alp Toker, İsrail saldırılarının ana fiber hatları devre dışı bıraktığını belirterek, “Güneyde ciddi bir kesinti yok ama Gazze’nin kuzeyi neredeyse tamamen kopmuş durumda” dedi.
İletişim kopukluğu sürerken, uluslararası arenadan da tepkiler geliyor. Katolik dünyasının lideri Papa Leo XIV, Temmuz ayında verdiği ve bugün yayımlanan röportajında, Gazze’de yaşananlara ilişkin “soykırım” tanımlaması için Vatikan’ın henüz resmi bir açıklama yapmaya hazır olmadığını söyledi. Ancak Papa, masum insanların yaşadığı acının görmezden gelinmemesi gerektiğini vurgulayarak, “Dünya bu görüntülere alışmamalı. Bir şeyleri değiştirmek için baskı yapmaya devam etmeliyiz” dedi. Son haftalarda hem Birleşmiş Milletler’in görevlendirdiği bir soruşturma organı hem de Uluslararası Soykırım Araştırmaları Derneği, İsrail’in Gazze’de soykırım işlediği sonucuna varmıştı.
Filistinli mahkumların durumu da ağırlaşıyor. Filistinli Esirler Derneği’nin yayımladığı rapora göre, İsrail hapishanelerinde şiddet artmış durumda. Mahkumlar cop, plastik mermi ve şok silahlarıyla darp ediliyor, yetersiz besleniyor ve hijyen ürünlerinden mahrum bırakılıyor. Negev ve Ofer hapishanelerinde uyuz salgınının yayıldığı belirtiliyor. Bir mahkum, “Her klinik talebim aşağılanmayla sonuçlanıyor. Ağrılarım için tedavi istiyorum, ama alay ediyorlar” dedi.
İsrail hükümetinden gelen açıklamalar ise uluslararası tepkiyi daha da artırıyor. Aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Gazze’yi bir emlak cennetine dönüştürme planlarından söz etti. Tel Aviv’deki bir konferansta yaptığı bu çıkış, Avrupa Komisyonu’nun kendisine ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’e yaptırım çağrısı yapmasına yol açtı. ABD eski Başkanı Donald Trump da daha önce Gazze’yi kontrol altına alıp Filistinlileri başka yerlere yerleştirme fikrini dile getirmiş, bu öneri “açıkça etnik temizlik çağrısı” olarak nitelendirilmişti.
Sahadaki durum ise giderek kötüleşiyor. İsrail ordusu kuzeybatı ve güneydoğudan eş zamanlı ilerleyerek Gazze kentinde sivilleri sıkıştırıyor. Ağır topçu ateşi ve bombardıman altında binlerce kişi batıya doğru kaçmaya çalışıyor. Enkaz altında halen çok sayıda insanın bulunduğu, tekrar tekrar yerinden edilen sivillerin büyük acılar yaşadığı bildiriliyor.
Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, Gazze’de kıtlığın son bulması için acil çağrıda bulundu. Açıklamada, “Çözüm basit: ateşkes, günde yüzlerce yardım tırı, güvenli geçişler, bürokratik engellerin kalkması, elektrik ve suyun geri gelmesi, ticari trafiğe izin verilmesi. Bunların hiçbiri karmaşık değil” denildi.
Gazze’de hem insani kriz hem de uluslararası hukuk tartışmaları derinleşirken, milyonlarca Filistinli sivil yaşam mücadelesi vermeye devam ediyor.
Bu haftaki programımı da insanlık dramının en görülmedik yüzü olan Filistin'deki İsrail soykırımından güncellemelerle kapatmış oldum. Bu hafta sizin için seçtiğim şarkı Seth Staton Watkins’den "Raise Your Voice".
Haftaya Cuma 14:00’te İklim Kuşağı Konuşuyor programında tekrar buluşana dek, kendinize, sevdiklerinize ve en önemlisi de gezegenimize lütfen çok iyi bakın.